Sinestezi

Sağ dizimde ağrıyla uyandım. Bulanık bir suyu karıştırır gibi baktım boşluğa. Saçlarımı karıştırdım, gözlerimi ovuşturup bulanıklığı savuşturdum, zihnimdeki kitapları raflarına dizdim, tozu üfledim, karşımdaki aynada göz göze geldim kendimle ve iki kez ‘yaşlanıyorsun’ dedim içimden. İnsan yaşlanacaksa, bir süs balığı gibi yaşlanmamalıydı. Çıkmalıydı fanusundan. Doğruldum. Boşluktaki yerimi küçülttüm. Yaslandım geriye. Böylece geceki rüya, satır başlarını özenle astı boşluğa.

Hatırlıyorum. Bir camı gazete kağıdıyla siler gibi gittikçe netleşiyor zihnimde rüya. Bir asır yürümüşüm, Arafta asılı, bir asrın kabuğunu kaldırmışım sanki. Ne kavimler göçmüş, ne adamlar kaçmış cenk meydanından, ne kılıçlar şıkırdamış ve ne kulaklar sağır! Tüm bunlar ipe boncuk dizer gibi birbirini takip ederken ne öyküler ardından su dökmüşüm tek seferde, inanamazsın. Yorucu iş, prenses doğru kalede değilken onca ejderhayla boğuşmak.

Hatırlıyorum, yamalı bir ceketin teyellerine dokunur gibi. Bir asır yürümüşüm rüyamda. Koca insanlık evrilir, bir şehir su kenarına incecik dizilir gibi. En son bir liman kentine varmışım. Elimde büyükçe bir paket. Bir şiire benzemenden, bir şarkıyı şarkı yapmandan, bir dansa borç takmandan, bir yemeği tatlandırmandan biçimlenmişim. Artık bir ağaç mı getirmişim şehrine dikmeye yahut bir Eyfel mi o güzel boynuna asmaya, bilmiyorum. Seni görmüşüm, susmuşum bir şey dememişim hani. Fakat bol yıldızlı bir gök gibi geveze parmak uçlarım. Paketi açmadan sevinmişsin hediyenin hediye olmuşluğuna. Sorgusuz yürümüşsün benimle. Ne güzel. Sırıtıyorum ben de tabi o sıra. Boşluk taşıyıp getirsem sana, birlikte doldururuz gibi bir his bu. Sonra bir sokağa inmişiz. Allah’ım onca savaş, onca yangın, onca eli silah tutmuş cesaret görmüşüm, onca atlının ezdiği yolu dizlerimle aşmışım ve sonunda ışığa varmışım gibi! Sonunda o masallara nakış gibi işlenen ince entarili sokağa varmışım. Sokaklara kaldırım dökülen eteklerinde sana benzeyen bir çiçek deseni. Yakışmışım hemen bir çiçeğin yanına ben de. Birlikte yürümüşüz upuzun.

Sokak araları hem kör cesaret hem felaket hem de cennettir bilirsin...
Önce bir düğün halayı sarkmış yanımızdan. İki el sıkılmış göğe. Halay başının mendili, kuş cesedine sarılmış gibi. Yüzün buğulanmış bunu görünce. Durur muyum, silmişim bir iki sözle hemen. Yürüyüp sokağın kalbine indikçe, halı deseni gibi renklenmiş hayat. Bir sokak dansçısı görmüşüz kaldırımda. Bir çeyreklik bir yarım atmışız önüne. Yerdeki kutuya usta bir bestenin notaları gibi dizilmiş paralar. Çalan şarkı bu işten pek memnun. Derken denize çekmiş sol ayağımız. Kıyılara inmişiz, Akdeniz’e varan bir Rus donanması gibi bin yıllık özlemle. Suya bakmışız durmadan. 

Ah! 
Tanınmadığın bir şehirde olmak ne büyük özgürlük! 

Kolomb gibi uzaklara dalıp, dalgaların vurduğu kıyılara yeni isimler koymuşuz. Durmuşuz öylece, yumurtlamaya hazır Caretta Carettalar gibi. Üşümüşüz hafiften, elmacıklarımız kıpkırmızı. Sakin bir gemi gibi sallanıp durmuşuz. Devam edilecekler listesinde unutulmuş bir şiir gibi ya da. Sarhoşmuşuz üstelik, şu deryada balık olamayışımıza. Tüm bunlar, ikimizin olduğu bir fotoğraf karesine yakışır gibi zamanın ortasına saplanıp kalmış. Rengini duyuyorum o anın; beş kez lacivert beş kez La Follia...

Derin derin solumuşuz denizi. Kırışıklıklara birebir. On yaş gençleşmişiz birden. Kirpiklerimizde adı konulmamış balıklar yuvalanmış ve saç tellerimizin DNA’sında iyot. Gözlerin, onca yola değmiş. Gözlerin gözlerime değmiş. Kutsal bir şehre ayak basmış, doğru anahtarı tek seferde bulmuş ve sanki yarım bıraktığım tüm şiirleri aynı mısrayla bitirmiş gibi. Ben bunu saatlerce anlatabilirim. Zihnimdeki o karede sen, vitrinin en parlak bardağında sunulan büyülü bir iksir gibi durup tüm ihtişamınla gülümsüyorsun. Hani zindana düşsen yahut dünyanın sonu gelmeden hemen önce, içip hayatta kalabilmek için saklanan bir şey gibi... Gülümsüyorsun, sokak çocukları doyuyor. Gülümsüyorsun, sokak kedileri sürünüyor bacaklarımıza. O anın tadı; yeni kaynatılmış süt.

Martı seslerine karışan şehir gürültüsünün, bir takım renkli balonların ve çocuk gülüşlerinin gökte asılı kaldığı o anda. Kahkahanın orta yerinde yerini yadırgayan bir yüz kası gibi eğreti. Sanki Mona Lisa tam o anda vermiş pozunu. Ve sallanan gemilerin ardından düşmüş dudağının kenarı. Leonardo o anı affetmemiş tabi. Öyle ya, ben olsam ben de affetmezdim.

Yağmurlu bir günde alelacele ceketimi evde unutmuş gibi, öylece gelmişim sana, hayret. Karmakarışık bir bavulun içinde kırışmadan kalabilmenin efsane gururuyla dikilmişim karşına. Bak demişim; suratım, kalbim, aklım ve olmayan ceketim. Yüzüme baktığında bilmişsin başına dert açacağımı. Başına dert açmam aslında kimsenin ama sana seve seve bela olurum demişim o gün. Bir şekilde tüm hava deliklerinden, kapı eşiklerinden, sinekliklerden ve bacalardan bilumum sebepler ve sonuçlarla süreklilik arz ederek gelip durmuşum karşına işte. Aklımın içinde onlarca kedi. Denize doğru, adımlarına alıştıkça zorlu olacağını sezmişim. Alıştıracağını, karıştıracağını, saracağını sezmişim gibi. Önümü göremem demişim aslında önce, sonra ulan gözüm bağlı da olsa yürürüm ben demişim.

O sıra, eğri büğrü yıldızlar kendilerini bir şey sanıp, bakamazsınız dünyadaki resminize demişler. İbrahim Tatlıses’in kaşları çatık, o kulu çok sevdin de o artık seni sevmiyor demiş ama dinlememişim hiçbirini. Beni bilirsin, hep kafamın dikine. Yürürken, yanımda süzülen gölgene otuz desibelin altında seslenmişim.
‘’İçimde sana kılıç çeken bir savaşçı, aynı anda yüzünü çiçek gibi koklayan bir yabancı hem de utanmadan adını tespih gibi çeken bir su sayacı var! ‘’

Duymamışsın tabi. İyi etmişsin. Duysan ne yapardım? Hazırlıklı değilimdir öyle şeylere biliyorsun. Benim beylik tabancam sıklıkla kendi göğsüme patlıyor...

Seziyorsun gözlerimden biliyorum. Bazen ellerine kelepçeler vurasım geliyor bazen yüzüne birtakım nedenler, bazen ayaklarına bir falaka gerek bazen ağzına ağzım. Bazen uyumasak konuşsak geçecek gibi, bazen hiç uyanmayalım n’olur! Bazen çok açım sana bazen lütfen artık dur! Bazı zamanlar deliyim; şehre lanet olsun herkes ölsün lütfen ama sen benimle otur! Bazen körsün, artık gör biraz n’olur!

Gürültümle kalabalığımla geliyorum sana biliyorsun. Hepsiyle bazen, bazen tek tek, bazen sadece kalbim; sek. Ezbere bildiğim o yoldan geliyorum. Rüya da rüya hani. Aynı yolu bir asır yürüyorum. Yürüdükçe bilinçaltım alt üst ediyor gibi masamdakileri.

Hatırlıyorum. Tüm gece o deniz kenarında, beyin kıvrımlarına basa basa dinlemişim şehri. Biz böyle birlikteyken, elim avucum hepten yıldızmış gibi sanki. Ağzım yüzüm çiçekmiş gibi. Allah’ım bu ayakkabılarla kaç dünya birden yürümüşüm, öyle gelmişim sana! Biraz yorgun; uykuna saplanmak için. Biraz güçlü; dayanman için. Biraz çocuk; büyütmen için. Ve biraz baba; büyümen için. Hiç konuşmadığın zamanlarda, seninle hiç konuşmamak için yanında oturduğum günlerdeki gibi.
Sesinin kokusu ezberimde hala; fırından yeni çıkmış ekmek...

Öyle bir gelmişim ve durmuşum ki yanında, zamanın içinden bir ilmek gibi çekilmişiz, sökülmüşüz gerçekten. O an, bir gemi yanaşmış kıyıya. Aceleyle saatine bakmışsın. Saat ne? Büyük samimiyetsizlik, kanım damarına böyle çekerken üstelik! Yetişmen gerekir gibi bir toplantıya, aceleyle kirpiklerinden balıkları, saçlarından iyotu silkelemişsin. Kahve molasında içilen son yudum gibi soğuk ve tatsız, beni geride bırakmaya niyetlenmişsin. -Yüz kırk desibel gövdem.- Kulakların sağır olsun! Rüzgar geride bıraktığımız sokağa doğru saçlarınla bir çekiştirmekteyken seni, bu nasıl gitmek vakti? Sayıklamış kalbim, yüz kırk desibel:

‘’İtaat et, saçlarının rüzgarına!’’

Ayın efsane itiş ve çekiş gücüyle darmadağın eder gibi zihnimin odalarını, gemi demir aldıkça öylece kalakalmışım. Öfkeli; dengeni bozmaya yeminli bir ip cambazı gibi. Yahut kumarbazın teki gibi meyilli, aklındaki gardıropta neyin var neyin yoksa satıp savmaya. Sen giderken, donan zamanın koyu mor tadı ezberim hala...

Rüya, rüyalığından soyunmuş sonra. Yürüdüğüm onca yol gerisin geriye dizlerime sürünmüş. Yalnızca kulağımda çınlayan ses kalmış geriye. O ses ki; kan sızıyor ağzıma gibi kokusu; sinestezik.

‘İtaat et, saçlarının rüzgarına!’.



*Masadergi 8. sayıda yayımlanmıştır

0 yorum:

Yorum Gönder

Teşekkürler!