Dem

Aklım, kalbimle çoktandır düelloda. Ellerimi bırakarak yazıyorum, ayaklarım başka bir coğrafyada. Fikrim cenk ediyor bir siyaset meydanında, gözlerim bir masal kitabının son satırında bir uykuluk huzur aramakta. Başkalarına bakınca kendi öfkemi seziyorum. Başkalarının hayatında kendi kalabalığımı çekiyorum temize. Bilincin, beyinden bağımsız bir suda kulaç atışı gibi. Kendimi görmezden gelir gibi aynada. Yahut kendi elimle nefesimi keser gibi susmaya çalışıyorum. Bundandır, eski bir bavuldan çıkarır gibi Heyecanla soruyorum ilmek soruları kendime. Düğmeyle bir geçiyor cümleler boşluktan. Bazen dişle, tırnakla geçiriyorum ilmekten sözcükleri. İlikleniyorum geçmişime durmadan. İliklerime kadar işliyor parçacıklar. Çarpışıyorum. Hayranlık verici, kendimle göz göze gelmenin atomu. Kendi gözlerimin içine bakıyorum, elimde kalan sadece bu.

Çünkü biliyorsun yavrum, aldığın bıçak yarasına methiye düzemezsin.
İki kıtayı bölen okyanusa meylettim desen; vardığın yalnızca su.
Çünkü aşk vejetaryen değil, ağzında hep kan kokusu.

Bazen sırtından vurulursun hani -sahipsiz şiirlere benzer bu- bazen yüzüne çarpar ihanetin gölgesi -öfkeli şiirlere benzer bu- ve bazen de kendi gözlerine silah çekersin aynada -ıssız şiirlere benzer bu-.

Fakat dağınıklığımın eşsiz kaosundan ve kaosun eşsiz düzeninden şüphe etmeden hiç, etrafımda tüm olan bitene karşı hüzünbaz olduğum kadar, ümitvarım da. Neden olmayayım ki, ben dünyamı serçe parmağımda çeviriyorum. Evet, düşürüp dağıttım 7 kıtaya, kime ne? Özrüm bir şiirin kıt’asında selam duruyor devrimime ve üç piyade, bir havan mangası, toplam dört mangadan kurulu birliğe üşenmeden kafiye diziyorum. Ceketimin iç cebine bir Fransız şarkısı ve yıkık bir lunapark gibi iğneli. Sorguya düşsem, bir cinayet anlatsam, onu dahi özenle şiire benzetiyorum. İsyanımın filmi duvarda çerçeveli. Gişe takdire şayan. Ve asla sağ çıkamıyorum zihnimin savaş meydanından. Senden gidene kadar sana kaçıyorum ve yine seninle dönüyorum eve her sabah ve her akşam.

Düşünsene, bir dost meclisinde bir demlik çaya ülkeyi kurtarıyorum. Bazen bir kuşu kafesinden bir sözcüğü manasından azat ediyorum, orası kolay. Lakin Şairin dramı büyük yavrum. Şair dediğin, küçük şeylerin tanrısı, her şeye gücü yetmez biliyorsun. Aklımdaki merdivenlerden hiçbir türlü kurtulamıyorum. Tarifi mümkün fakat manası keskin.

‘’Bir şey var tuhaf, yüzümün yarısında.
Ve bir şey var muaf, yüzümün yarasından.’’

Geç bunları diyorsun, geç! Kalabalık bu!

Hatırla. Sana gelirken ben, tüm kara büyüleri aklayarak geldim. Masallardan tüm iyi kahramanları toplayarak geldim. Kalabalığım bundan. Biliyorsun biz, birbirimizin kanına tutkun girdiğimiz bu oyunda kimin yarası ötekinden büyüktür, önemli saymadık hiç. Ondan ki olur olmadık kavgaların ağzına fermuar çekiyorum. Bazen de tutuyor damarım, gülmediğin her yoksul anın hatırına, bardakta buğulanıp buğulanıp efkarlanıyorum. Lakin gülmenden açılınca mevzu, tomurcuk tadı karışıyor çaya ve inceden karanfil kokuyor ortalık. Durduk yere bahara benziyor her yer. Bir bakıyorum, sokaklar çocuk sesleriyle şen. Bahçemde bir sedir ağacı bağdaş kurmuş, ağzında bahar türküsü. Hemen türkünün içinden geçiyor bir tekir kedi. Tüm bunlarla kalsa iyi. İnsan özleyince avucuna ne çok oyuncak doluyor! Sağ yanım sol yanım birden rengarenk. Az daha düşünsem seni, olanlar olacak. Hani sanki mecnun leylasına hemencecik sarhoş ve bahçeler boyu durmaksızın zeytin yeşili.

Hatırlıyorum. Sana ilk geldiğimde erik ağaçları çiçek açma arifesindeydi. Bahar ilk goncayı öpmekte, yağmur yeni yetme deliliğiyle toprağa serilmekteydi. Anlamadığım bir şehrin tanıdık tek tarafıydın. Polise düşsem gelecek tek kişiydin. Hatırlıyorum, ipek gibi bir şey kesiliyordu sana yürürken. Kaygan, iç gıcıklayıcı ve parlak. Yaklaştıkça kesiliyor gibiydi ayaklarım yerden, aklım başımdan ve ömrüm tam orta yerinden. Bir rüya desem, tam üstüne otururdu elbisesi. Kalabalıklar kirli, kalabalıklar sağırdı, olsun. Biz lal olmayacağız diye mağrur. Bilirdik katilimizi ve görürdük bileğimizi kesen ipi daima, ayağımızda prangalar olsa kaç yazar, biz yine seveceğiz diye cesur.

‘’Göğsümüzde,
çakıl taşlarını birbirine vura vura kıvılcım hevesi.
Ve kollarımızda bir çocuk boyu sağanak.’’

Geç bunları diyorsun, kalabalık bu!

Alt metinlerde durmaksızın sana türüyorum. Bir yandan yedi milletten doluyorum sokaklara öte yandan şehrin en işlek sokağında tekilleşiyorum sana. Bazen de tutuyor damarım; gülmediğin her yoksul anın hatırına, bardakta buğulanıp buğulanıp efkarlanıyorum. Demlenmek diyorum; şimdi düz anlam. Sana benzeyen şiirlere olta atıyorum. Volta atıyorum olmadığın kaldırımlara. Kendi elimle, göğsümdeki suya büyük taşlar atıyorum. Ve kendi deliliğimle atlıyorum taşların ardından.
‘Ben Bir Başkasıdır’ diyordu ya Rimbaud. Kendimle her sabah yeniden tanışıyorum. Ve her akşam karşımda yüzü beş karış bir yabancı. Olsun, ona da git gide alışıyorum.

Biliyorsun hafıza, çocukların diline acı biber olsa sürdürürdü, öyle fena. Şair dediğin, küçük şeylerin tanrısı yavrum, her şeye gücü yetmez. Aklımdaki merdivenlerden ne yapsam kurtulamıyorum.
Senden gidene kadar sana kaçıyorum her sabah ve her akşam ve yine seninle dönüyorum eve. Sayıklıyorum içimden; 
‘’Adının geçmediği sokakların canı cehenneme, adının geçmediği sokakların canı cehenneme, adının geçmediği sokakların canı cehenneme…’’


*Masadergi 7. sayıda yayımlanmıştır

0 yorum:

Yorum Gönder

Teşekkürler!