Jamais Vu

‘’Ne rahat, ne sıradan bir akşam üstü diyorsunuz etrafınıza baktıkça, yok sayılmaya müsait dil altı bir ahlak çöküntüsünde. Hey! Tuttuğunuz silahın kabzasında parmak izim yok. Bu hikayeyi bir yerden hatırlıyorum!’’
.
Erdemi, aşkı, vicdanı ve inancı anlatan şiirlere karnı toktu şehirlerin. Kalabalıklar, birbirinden virgülle ayrılmış yalnızlıklardan ibaretti hepsi o kadar. Herkesin derdi bir unutma seansı, bir kaçış ümidi ve kendi yakalarındaki tozu silkmekle yüzleşmedikleri bir saniyenin özlemiydi. Yollardaki çatlaklara basmadan yürüyen erkekler ve kadınlar, yüzlerindeki çizgileri öfkeyle saklamaya çalışırlardı. Düzenin bozuk saatinde yelkovanı vurmuştu akrep, ağzını açana silah çekiliyordu. Yaranın kanını silmeye çalışmak güç, yarayı yok saymaksa işten bile değildi.

Gözlerimiz yetmiyordu başkalıkları görmeye. Ondandır sürekli delikler açıyorduk, devlet meselelerine, bankaların diplerine, kanunlara ve hatta atmosferin soluk derisine. Hepimiz, son derece gecikmiş ve müthiş suçluyduk. Bıçağı saplayan el olmak gerekmezdi. Biz o kanı görmüştük ve bıçağı da bizzat tanıyorduk üstelik. Acımız rüzgarımızdan okunuyordu. Yüzümüzde okunacak tek kelimeye yer yoktu çünkü. Aslına bakarsan, yaşamaya da pek yüzümüz olduğu da söylenemezdi. Avcumuzdaki kurşunlarla bir, çıkarıp ortaya koysak şapkamızı, birileri usulca içine para atardı o kadar.

Biz, her birimiz özenle kurulmuş birer sofraydık aslında; kendimizce titiz. Tavuk kemiğinde lades tutan, fil hafızasına susamış ve beylik laflara vurgun bir neslin tavşan uykusuyduk, bir ayağımız hep tetikte. Kimin yarasında kanadığı bilinmeksizin, iki mermi çekirdeği gibi kahvaltı masasında olur olmaz. Ekmek keser gibi usulca, tüm konuları kapatır ve güzel şeylerden bahsetmeye çalışırdık sadece. Mesela bir savaş alanında büyüyebilmiş bir çiçeğe imrenirdik. Bazense gazetedeki bir katliamda, yalnızca oradaki ölülere. Sizden mi bizden mi derken, kör bir bıçağı bileyleyendik, kemiklerimizde hala izi. Parmaklarımızı kıra kıra tuttuk uzanan o ellerden. Ve Muhtemel ki kandırıldık. Kendi arka bahçemizdeki ormanı ateşe veren kibrit çöpüydük. Bir yangına sebep olabilmek için, elbette önce kendimizi yaktık!

Nasıl ki karganın tarlaya tutkusudur bir korkuluğu işlevsel kılan yahut ölümdür yaşıyor olmanın gülümseyen gölgesi. Ya da her nasılsa bilirsin, bir kiremit tozudur yahut bir toz böceğidir, o evin gerçek sahibi. Kundaklanmış bir bebek gibiydik, misak-ı milli usul bir ninni gibi göğsümüze çizili. Kundaklanmış bir bebek gibi ve üstümüz başımız orman yangınları. Eli-kolu bağlı ve tutsaklığıyla güvende. Teslimiyetle gelen huzurun gölgesiydik, kabul et. İstesek giderdik, bir çekyata bakardı uykumuz. Lakin bağcıklarımız bahçe çitlerinden ve bir takım türkülerden ibaretti. Bavulumuzu toplamaya niyetlensek, sığmazdı bunca toprağın hikayesi...

Burada herkes birbirini gözündeki milden tanırdı. Bir çölde yolu kaybettiren aynılıkta evi bulabilmek için. Ve bir de sessizlik, kana rengini veren hemoglobin gibi, rengimizi susuşumuzdan bilirdik. Sessizlik, bir hahambaşının bağdaş kuruşu gibi tüm insanlığın orta yerine, bir yavrunun zarından sıyrılıp ilk yakışı gibi nefesini, o nefesin yanışıyla çıkan ses gibi ağlamaya ve huzurlu bir ölümün suda çözünüşüne benzerdi .  Aramızda durmaksızın büyüyen bu sessizlik, haksızlıklardan, varsayılan rızalardan, kadınların sığdırılamadığı şu kara parçasında, yapmacık sevgi gösterilerinden, kırılan çocuk kalplerinden, parçalanan ideallerden, ideolojik doğruların mutlak sayıldığı keskin çizgilerde kanayan bileklerden ve daha nicesinden yapılmış camdan bir fanus gibi etrafımızı çevreliyordu. Sessizlik, başka bir dinin duası gibi, başka bir ağzın sesi gibi, yalnızca temiz su içen martıların duyduğu bir çığlık gibi orada öylece dururdu. Camı cam yapan boşluğu varsaymayanlar için çoğunlukla huzurdu, alelade bir kaldırım taşıydı belki. Geçip gidenler için her şey kolaydı. Durup bakanlarsa ellerinde pimi çekilmiş bir bombayla, yarın hangi bileklerini burkacaklarını düşünürlerdi. Bu toprakları her seven eksik sevmişti. Gecesinde ninni anne şevkatiyse sabahı bir o kadar kreş çocuğu. Huysuzluğunun sebebi derindeydi, kıpırdanmadan uyuması imkansız. Biri tetiğe dayasa parmağını, beş şehir mevziye dururdu.

Sessizlik yepyeni bir din gibi müridlerini çoğaltırdı. Her geçen gün biri daha yemin verirdi susmaya. Susanlar, masaldaki devin avcunun büyüklüğünden, öfkesini oranlardı. Dev, evlerin üzerine basa basa yürüdükçe, derin bir hazla kahkaha atarlardı. İçlerindeki kılıçları karşılarındakine saplayamadıkları her an, kılıcını bir diğerine sallayan her savaşçının öfkesini içtenlikle alkışlarlardı. Devlerin gölgesinde makyajı tam, zırhı sert ve gösterişli ve daima ellerindeki kanı saklayan güller saçardı herkes.

Biz; kana susamış bir kervan gibi çökmüştük dünyanın dibine. Nerede bir ölüm haberi alsak, kolonya kokusu gibi yayılırdı birdenbire. Şeklini alırdı suratların, şehirlerin kaldırımlarına bulaşır, bir takım şiirlere benzerdi. Biz, kendimize babalık edememiştik. Daima dipdiri bir uykusuzlukla sabaha dek sallanırdık tavanlardan. Serseri bir mayın gibi ulu orta. Serden geçmiş ve serilmiştik yere. Lakin çıplak ayaklarla çimlere basamamıştık hiç, çırılçıplak koşmaya meylimizden ürkerek. Ve biliyorsun ki kök salma korkumuzdu ağaç altlarında sevişemeyişimizin nedeni. Ondandır yalnız deniz kenarları mana olurdu yaramızdaki kana. Balık dilenen kediler arasında olmadık hiç. Ölü balıkları topladık denizden ve durmaksızın gömdük onları tanrılarına. Olsun! Biz yine de susmaya ayak direyendik. Bu sessizlik üzerimizde oturmadı hiç. Fakat her nedense sözlerle bir sesimizi çıkarıp şapkadan, önümüze koysak, birileri yalnızca para atardı o kadar.

Biz; adam olmanın giydiği erkek ceketinden, kadınbudu köfteden, dilber dudağından tıka basa doymuşların tavşan kanına benzeyen çaylarından içmeye niyetsizdik. Biz masalın masallığına vurgunduk ve ezbere okurduk tüm andı. 
Her göz yaşımız - Deja-vu.

Susanlarınsa; yıktıkları şehirleri zafer, vurdukları omuzları ödeşme, kırdıkları kalpleri hak saydıkça gözleri kararırdı. Ondandır çok avizeli salonlarda yiyip içtiler hep. Aynalarının sırrıysa ömürlerinden ağır. Onlar, kestikleri bileklere bakıp can havliyle sebepler savururlardı. Oysa ki suçlu olandı teselliye mecbur olan. Kemirirdi kirin böcekleri ahşap evlerini. Gıcırdar gıcırdar ama bir türlü de yıkılmazlardı. Üstlerindeki kiri işaret eden olsa, muhtemel -hepsi çıldırırdı. ‘Yine kazandık!’ diyorlardı gür sesle. Hala alkışlayacak birileri varken artlarında. Gazete kağıtlarıyla gizlenmiş cesetlerin üzerinden, evlerin çekilen perdelerinden, kokuları bastıran bir leylak kokusundan durmaksızın acımasız devler gibi yürüyorlardı...


İnsanın kendi gözlerinin içine bakamayışı ne yazık! 
-Jamais vu.



*Masadergi 5.sayıda yayımlanmıştır

0 yorum:

Yorum Gönder

Teşekkürler!