Haylulu


Üzerinde uyku kokusuyla cama yürüdü, perdeyi açtı. Zihnindeki yastığı kaldırıp atana dek dışarıyı izledi. Sokak kedilerinin tedirgin kımıldanışlarını, rüzgarla sallanan kola şişelerini, sokağı sahiplenmiş izmaritleri ve koşuşturan insanların ifadesiz yüzlerini izledi. Koşuşturmacanın hikayesiyle arasındaki cama yaslandı. Birazdan dışarı çıkacak ve tüm o kargaşanın tam ortasında kendine bir alan yaratacaktı. Kendi belasına bulaşacak, kendi ömründen çalacak, kendi ateşini yakacaktı. Biraz çalışacak, biraz kazanacak biraz kaybedecek ve düşünemeyecek denli yorulduğunda kendini güzel bir kahveyle ödüllendirebilecekti. Saçlarını parmaklarıyla usulca karıştırdı. Aklındaki fikirleri dibi tutmadan karıştırdı. Suda silüetini silmeye çalışır gibi odanın havasından endişesini savuşturdu. Camı usulca açtı. Şehrin yankısını içeri buyur etti. Aynada kendiyle göz göze gelmemeye özen göstererek ruhundaki gökkuşağını ve göğsündeki yumruğu gizleyebileceği bir beyaz gömlek ve bir siyah ceketin içine sığdı Pinhan. Kendi yüzüne baktı, yanaklarından öptü, gözlerini sildi.

Elinde kılıç kalkan, üzerinde bebek mavisi, ağzında köy türküsü, zihninde Baudelaire sıkıntısı. 

Pinhan, kendi kaosunda fevkalade dengedeydi. Biraz bilenmiş, biraz yorulmuş, biraz kırılmıştı belki fakat hiç kirlenmemişti elleri. Hayatı boyunca bir kedinin başını okşamamış, bir çiçeği eğilip koklamamışların bilemeyeceği bir bıçak yarası taşıyordu zihninde. Kalbinde, kendi etiyle besleyip, kitaplarla sakinleştirdiği bir Aslan ve göğsünde durmaksızın sözcük hıçkıran bir fil. Tüm bunlarla ne yapacağı hakkında hiçbir fikri yoktu. Küçük bir kayıkla denize açılsa, batardı muhtemel. Bazen tek ayak üstünde bir uçuruma benzer, bazense kollarını açıp şehrin iki yakasını birbirine düğümlerdi. İçindeki yanardağın ateşinde, durmaksızın kendi camına buğulanırdı. Ani yağmurlar histerik öyküsüydü, kuşları elektrik direklerine çarpılmış şu çirkin kentte. Ve havanın dengesiyle dengedeydi ruh hali. Onun için düşünülmüş sözleri ezbere sayıp, onun için çizilmiş yoldan yürüse de, topluma karışmadığı anlarda hep başka şehirler düşünür, başka dilde şiirlere ağlar, başka acıların yasını tutardı. İki kadeh içse, bileğindeki prangadan kurtulur, özgür insanlar gibi severdi dünyayı. Pinhan genellikle sakin biriydi, bir tırı papatya tarlasında düşün, öyle.

Sakin adımlarla ilerlediği kapıdan çıkınca, kedilerin endişesini paylaşarak hızlandı. Her gün beklediği otobüs durağında, hiç tanımadığı insanların ailevi yüzlerini selamladı. Gülümseyerek ‘Günaydın’ dedi. Duraktaki bir iki kişi günün aydığını onaylarcasına başlarını salladılar. Genç oğlanlar gündüzü reddeden bir esnemeyle bu selamı reddettiler. Gülüşünü manasız buldu çoğu. Öyle ya, insan sabahları nasıl bu kadar mutlu olabilirdi? Evet belki yeterince kaybederse ruh sağlığını, haberleri sakince izleyebilirdi fakat sabahları nasıl – bu kadar – mutlu – olabilirdi? Duraktaki herkes geç kalmanın tiz gerginliğiyle kımıldanıyordu. Bir keman teli çekiliyordu, bir deniz gerisin geriye çekiliyordu, bir gemi buz dağına çekiliyordu -sanki. Duraktakiler, geç gelen otobüslere kızgındı. Oysa Pinhan’a sorsan asıl korkutucu olan, tam dakikasında gelen metroydu. -Tuhaf.

Duraktakilerin bir masalı sevmeye, bir çocukluk efsanesine inanmaya ve bir günaydına gülümsemeye vakit yoktu. İş ve güç arasına gerili ipte, canı burnunda bir cambaz gibi oradan oraya savruluyorlardı. Zamanın nasıl da hızlı geçtiğini tartışacak vakitleri yoktu. Çünkü yalnızlaşan şehrin ateşli hastalığına enfekteydi hepsi.

Durakta Pinhan’la göz göze gelen yalnızca Haylulu’ydu. O, durağın asıl sahibiydi. Öyle davranırdı yani. Saçma renklerin birbirine karıştığı tuhaf yeleği, nikotin sarısı sakallarını saklamıyordu. Gözlerinin etrafında gezdiği şehirlerin her biri için bir çizgi. Deniz kenarlarına kök salmaya meyilli, elleri cepte, eğilip ışığın kırılan bileğini öper gibiydi. Pinhan, onun bazen duraktan hiç ayrılmadığını düşünürdü. Sadık bir asker gibi. Haylulu’yla arada bir sessizce selamlaşır, yan yana durarak ötekilerden olmadıklarının gönül rahatlığıyla birlikte susarlardı. Diğerleri, gelen otobüse büyük bir itaatle binerken, Pinhan’ın gülüşü gürültüyle dağılmıştı. Adımı otobüse değdiği anda tüm heybetiyle oracıkta bir Budha gibi, oturduğu yerden kalktı Haylulu. Pinhan’ın omzuna dokundu.
‘Koca bir ormanı yok saymak mana değil tavşanın dağ olan hüznüne. Küsmek ziyan ve susulan her sözcük yangın çağırır şimdi. Vazgeçmek mi, delisin! Toraman çocuklar önümüzü kesse, vazgeçilir mi hiç okuldan?’ dedi. Gülümsedi.

Binmedi otobüse Pinhan. Binemedi. İçindeki düğümü çözer gibi parmaklarını birbirinden çözdü. Bir şeker dükkanına koşan çocuktu sanki. Göğsündeki derede biriktirdiği kiri pası, o sonsuz denize akıtmak, nefesini açmak istiyordu. Kırık bir plakta çalar gibi sayıkladı:
‘Bazen bir koku açar camlarını -nefes alırsın- bazen konuştukça temiz sulara açılıyor sanırsın. Bazen bir şiir edinirsin -bazen şiire benzeyen bir şey- bazen bir şiire öykünürsün ama bazen şiir bir yoka yaramaz. Bazen bu savaşı kesin kuşlar kazanacak dersin bazen ellerinle mis gibi bir gökyüzü hazırlarsın ama bazen o kuşları öylece vururlar. Bazen bir hikaye edinirsin bazen susamış gibi anlatasın gelir ama bazen o hikayeyi duymazlar. Bazen kahvenin hatırına bir söz edilir bazen hatırına bir kahve vaat edilir ama bazen o kahve bir yoka yaramaz. Neden?’

Önünden geçen otobüslere bir ders öğütler gibi trafiğin gözlerinin içine bakıyordu Haylulu. Omzunu omzuna güç eder gibi eğildi Pinhan’ın kulağına:

‘Bazen sanırsın ki gün ışığı çok uzakta ve terk edilmişsin sanki bir kuyuya itilip. Sonra ovuşturup gözlerini, anlarsın ki bir bahçenin sessizliğinde oturmaktasın, başının üzerinde ay ışığı. Bazen sanırsın ki ömrüne bir düğüm attı Tanrı, sanki evrenin elleri boğazına sarılı. Sonra arkana yaslanıp, görürsün ki seni hayata bağlamaktaymış o ip.

Pinhan, ruhunun kafesten çıkarken sağa sola yalpalayışını duydu. Kalbinin kapakçıklarında dolanan kanı ve ciğerine dolan havayı. Etrafındaki sesleri kısıp yalnızca onu duydu. Göğsündeki Aslan’ı ve dilindeki Fili elleriyle besliyor gibiydi. Anlatmaya acıkmış gibi hevesle dikti gözlerini Haylulu’ya:
‘Beni griye boyadılar. İçimdeki gökkuşağını her sabah duvara çiviliyorum. Yıldızlarsa tavanımda ölü bebekler gibi üzerine sarkmakta. Birini sevsem ağız dolusu, günahkar olurum. Bir doğruyu bağırsam hain. Şimdi burada bir şarkı söylesem, infaz olurum. Beni griye boyuyorlar. Duvarlar ve şehirlerle bir, hepten griye boyuyorlar bizi. Görmüyor musun? Ben şimdi boynumdaki kravatı gevşetsem ne, bileğimdeki zincirin sesi kulaklarımı çiziyor. Bir sırrı paylaşır gibi, bir ölüm haberinde tanımadığım insanlarla göz göze gelip, suskunluk yemini ediyorum. Yalana sustukça, zulme uyudukça, çirkin bir hikayede bir ceylanı dişlerimle parçalıyorum. Kinim azalıyor bir çocuğu gülerken gördüğümde ama yine de sevemiyorum burayı. Şimdi yakama gitmenin karanfilini takmak yakışmaz mı, söyle? ‘
Haylulu kaşlarını çattı. Duraktan çıktı, yürüdü. Yolundan cayıp döndüğünde göz göze geldiler. Şehrinden sürülen onurlu bir şair gibi gözleri buğulu. Bir an için trafik durdu, şehirde inceden bir boşluk çınladı. Onun sözlerini duysun diyeydi herkes. Kediler bile kulaklarını dikti sanki.
‘’ Hayır.

Özgürlüğü çok seversen;asi, 
aşkı çok seversen; mecnun, 
hayatı çok seversen; gamsız derler. 
Onlar, hep çok sevme derler; ama sen dinleme onları çocuk. 
Çok sev.

Masalları bir şemsiye gibi gerçeğin üzerine açarlar, sen yağmuru duy, ıslan. Öfkeyi onurun üzerine bir toprak gibi sererler, sen başını eğme. Belayı hayrın üzerine salarlar, sen kaçma. Çünkü küçük oyunlar,
basit düzlemlerde bilyeler gibi yuvarlanırken, küçük dünya basit bilyeler gibi manasından çoktan soyundu ’’ dedi. Kalabalığın içine karıştı usulca.

Pinhan, Haylulu’nun gözden kayboluşunu izledi. Kravatını düzeltti. Elleriyle yüzünden hüznünü sildi. Şimdi, durak ona aitti. Bir emanete bakar gibi mağrur, izledi. Önünden akıp giden kalabalığa baktı. O sıra bir genç adamla göz göze geldi. Adam, gülümseyerek ‘ Günaydın’ dedi. Gülümsedi Pinhan.

Hayır, gitmeyecekti bir yere işte. O durakta gülümseyerek günaydın diyen bir diğerleri için oracıkta her sabah sözcükler biriktirecekti. Göğsündeki yumruğu sıktı. Aslanın başını okşadı ve dilindeki fil, bir şiiri getirdi, zihninin ucuna dizdi.

‘Belki hani o Kafka’nın böceği
Kıracak daha çok bacağı olsun içindi.
Her sabah uyandığında, dönüşüm mümkün.
Yorulmak için çok geç
ve çok erken düşünmek için vazgeçmeyi
Temiz bir camdan bakınca, başka bir dünya mümkün.


*Masadergi 6. sayıda yayımlanmıştır 

0 yorum:

Yorum Gönder

Teşekkürler!