Zugzwang


-‘Hatırla !’

Güneşin karnını kaşıdığı, sıcağın çay demi gibi bekledikçe rengini bulduğu bir öğleden sonraydı. Mis gibi çiçeklenmiş oturur gibi, olur olmadık anda bir şiire şaşırmak gibi ve çok renkli bir bardaktan içtiğin kahvenin siyahında, hayranlıkla bir atı şahlandırır gibi bir öğleden sonraydı. 
Sanki kahven, kahvemle daha evvelden tanışık, sanki kokun, kokuma senelerdir alışık gibi. Öylece karşımdaydın. Gözlerinin tuhaf deseninde çocukluğa benzeyen çizgiler, sesinde bir yol hikayesinin mızıkalı fon müziğiyle, karşımdaydın. Tamam, demiştim görür görmez. Tamam, bitti bu iş! Hani tam da o sıra hafiften asi bir taşikardi iskemlesini çekip oturmuştu iki omzuma. -Simetrik.
Tüm limanlar tutulmuş ve kaçabilmek için ne tek damla benzin vardı kuyularda ne de ceplerimde metelik!..
Ellerimin mülkiyet hakkını bir takım boş defterlere devretmiştim o andan itibaren. Bir yandan asfaltları söküyordu bakışların ve sanki bir yandan da tüm anahtarları bile isteye  ellerimle denize fırlatıyordum...
Yakamdan tutup kendi kendimi silkeler gibi mırıldanıyordum durmadan. 
‘Hatırla!’

‘Bu bir koan.
Derin nefes al bulamadığın her cevaba.
Mantra! Mantıksız türet , yeşil de, deniz de ne olur şimdi.
Bu bir yantra!
Kaosum üçgen, çarmıha ger beni!’

O sıralar çaresizliğime albüm teklifleri yağıyordu. Nitekim ses tellerimin tam orta yerinde bağdaş kurmuş bir yogini, sanki Marmara fay hattını kıra kıra göğüs kafesime iniyordu...
İlkel çağlardan bu yana, hisse mana biçen sesleri bir araya getirmek evrimsel açıdan ciddi literatüre sahipti. Teoride iyiydim fakat pratik her zaman bir parça topal. Kendi kendime mırıldanmaların ustasıydım o zamanlar, övünmeye gerek yok. Hakkım var, sana rağmen hayatta kalmayı başarmam sürprizdi. Tırnaklarımı yerinden tek tek söker gibi...

‘Hatırla!’

Kahveni içmek için uzandığında, gözlerin masama değmişti. Kahve sanki o an o masada keşfedilmişti. Hani o an sanki bir el çırpışta toplandı  evler, sofralar kuruldu, herkes el pençe divan. O an beni görsen, Rumeli hisarında mikrofonsuz, bangır bangır ağlardım, inan.
Tanrı işini bilir ya, kırmadı kapılarımı kirpiklerin. Kalbim bir süre daha bana bağışlandı, aldığım nefes dönüp durdu göğüs kafesimde, yalnız. Tamam dedim kendi kendime. Tamam, şimdilik hayattasın. Yüzümde sessizlikten bir şal, mırıldandım:

‘Şeklim keskin, tutamam ellerini.
Bildim, aşk dediğin: Transandantal

Bir hırsızmışım da orta yerde vurmuşlar beni. Bir katilmişim, yüzüm billboardlarda sanki. Öyle ürkek ama işlediğim suçtan haberli. ‘Hatırla!’

Yüzündeki çizgiler birbirine eklense bir sokak boyu portre, vücudundaki benler avcunun içine toplansa beş kere gam. Melodinin köşelerine basa basa kirpiklerinin her birinden hikayeni okumuştum o an. Elini uzatsan, dokunabilirdin Asya’dan Avrupa’ya. Ağzına yakışan iki sözcük seçmiş olsan, kritiksiz tutardın bir aşkı yakasından. Adım atsan, bir çöl bir arpaya sıkışıp kalırdı. Belki ağlasan, biterdi dünyadaki tüm kuraklık. Ah belki de sarılabilsen, tüm kötülüklerin kemiğini tek tek kırardım coşkumdan..!

‘Yürüyüşünden belliydi patikalara sadakatin. Bildim, tabiatının manifestosu kübik...
Düz yolun imlasına uymayan bir kıpırdanmayla duruyordun karşımda. Kokun mümkün mertebe asimetrik..

Çocukluğumu vurmuşlar, terim tekila. Özgür bırakmışım ağzımdaki martıyı sanki, ağlamak gibi şarkısından ürküp. 
‘Hatırla!’

Saçların çocukluktan kalma tel tel, alnındaysa kırk yaşın hesabını 20 sene önceden yapmış bir cesaret. Gözündeki karanlık çağı tehlikeye atar, yüzüne baksa din adamları delirirdi o an. Belki bildiğinden hikayenin sonunu, öylece durmuştuk orada hiç kıpırdamadan. Hayat bize değmeden geçip gitsin diye sanki, hiç kıpırdamadan. Gözlerinin kenarındaki çizgilere gizlenmiş griden belliydi kanın akmazdı bizi o an vursalar. Kirpiğin uçuşmazdı kopan fırtınanın içinden geçerken.  Kendi altındaki tabureyi tekmeleyecek cesarette bir mahkum gibi, avcumdaki evreni göre göre durduğun doğruydu inadından!
Bir toprak parçasına yeşillenmeye meylin, yakasından bir sevdayı tutacak gücün, mesafeyi yok saymaya gönlün yoktu hiç. Yeşillendiğin toprakta buğday biçememiş, yakası kolalı bir gömlekte ruj izi olamamış, gittiğin şehirlere gölgeni götürememiştin çünkü. Bildim:

Ağlamak; fazla cesaret işiydi sana sorsalar ve tut ki hani sarılsak o an, ancak kendi kemiklerimizi kırmaya vurulurduk hepsi bu.

Tırnaklarım içine uzuyor sanki. Sözcüklerin içine kanaması gibi bazen.
‘Hatırla!’

Kahven bitmek üzereydi. Benim gibi, gazetesindeki delikten tüm evreni gözetleyen, fötr şapkasında çiçek bahçesi taşıyan bir adam için, zaman fazlasıyla hızlıydı. Çok kızmıştım, o an sanki Ah, seni incitebilmiş her adamı ve kadını etrafımızdan sürgün edecek fermanı inan bir salisede imzaladım!
Ve aynı anda ellerimi yıkadım, dokunduğum tüm hane kapılarından. Aç yırtıcılardan, öfke nöbetlerinden, sırtımdaki küfelerden, sesimdeki yaralardan...
Bir yol kenarı çeşmesinden su içip bismillah der gibi yeni bir şehre, ellerimi yıkadım. Silik suratlardan, vücut benlerinden, çocukluğa benzeyen kimi ses tonlarından. Ellerimi yıkadım ve geçtim. Uydu haritasında sabit kalmış bir fotoğraf karesi gibi. Geçmişin tam ortasından geçtim.

Ve toz bulutundan doğurur gibi yepyeni bir evreni, 
doğruldum ve ellerimi yıkadım kendimden.

Kalkıp gidecektin işte o an. O halini bir kurşun yarası gibi avcumda saklıyorum. Ağlarken yüzüme saçlarını tek amin’lik mesh eder gibi susarak. Sessizce mırıldandığım onca şeyi duymadan, üstelik hikayeni nasıl da ustalıkla çaldığımı bilmeden.
Ah! Gördüm ki o an; dünyanın şakağında kan dolu bir silah. Şehirlerin makyajı hepten bozuk. Kulaklarımızda ayaz soğuğu bir sessizlik, üstelik tüm camlar ardına kadar açık. Ve işte hani tüm olan bitenin üzerinde, boşlukta ve boşluğun üzerinde, acının yalanın, savaşın, yaranın ve yarının üzerinde;


sen ve ben,
hani oldukça imkansız bir teorinin kağıt üzerindeki zarafeti...

Tam o an, gerçeğin içinde bir kapı açmış gibi. O kapıdan gerçek üstü bir balkona çıkmış gibi. Derin bir nefes alır gibi;

sen ve ben,
hani bin yıllık bir rüyada gizlenmiş iki kahraman cesareti...

Tam o an, herkesin bildiği bir şiiri birbirine bambaşka okur gibi, çok tanıdık bir müzikte keşfedilmemiş bir dans gibi, herkesten habersiz, olmayan bir otobüsle ağaçların arasından bir deniz kenarına çıkar gibi;

sen ve ben,
bir telde iki kuş olabilme saadeti…


 ‘Hatırla!’

Ah, biliyorum! Bir dakikada deprem, bir ömrü değiştirirdi. Bir gece bir devrim, bir devri değiştirirdi. Bir hece ansızın, ölümü canla değiştirirdi. Dur desem değişirdi belki zamanın akışı. Paralel evrendeki bir diğer ihtimal yürürlüğe girer, tüm alternatifler anlamını yitirirdi.
Ama sustum. 
Farkında olmadan iki buçuk saattir ettiğimiz sohbetin, sessiz iz düşümünde bir kahve daha söyledim o an. 
Çünkü bilirsin, sonbahar kapıyı hafif aralamak gibi bir şeydir. 
Yani dışarıda hafiften bir yağmur havası, buğusu evin içini sarmış. Öte yanda yeni yetme bir rüzgar, kokusu odayı boğmuş. Çıksan yol uzar önünde, yol keskinleşir. 
Üzerinde deri bir ceketle, kendine tutunursun, boşluk kırılganlaşır...
Çıkmasan eve sarılmak istersin, camların saçlarını okşar gibi perdeler kımıldanır. Duvarlar seni koruyan bir kabuk gibidir önce. Sonra bakarsın, kabuk çatırdar ve ellerini kanatır yalnızlık.
Çünkü bilirsin, sonbahar, kapıyı hafif kapatmak gibi bir şeydir...
Çıkıp gitsen, parklar uyku mahmurluğunda hafif gripli bir çocuk. Kafeler, sinemalar zorunlu yağmurdan kaçış bileti. Evler geceden uykusuz, hafiften mide bulantısı. Ondandır işte, ne gidebilir ne de kalabilirsin şimdi. Kral mezarını açmaya cesareti olmayan bir defineci gibi. Hazinenin varlığından haberdar olduğu kadar, lanetin efsanesine de tutkuyla bağlı...

 ‘Hatırla!’ 

Masadan kendiyle bir gölgeni sürüklerken, dağınıklığa müdahalede eşsiz bir sakinlikle başını yana çevirdiğin an. Öylece durmuştum. İşte buydu yapabildiğim yegane müthiş plan! Yine de haksız sayılmazdım kendimce.

Çünkü bilirsin, öylece durabilmek, 
kendi kanını kaybetmeye tutkun kumarbazların şiirine benzer.
Çünkü bilirsin öylece durabilmek, 
ancak ve ancak cenneti ve cehennemi aynı anda yaşamış olanlar için mümkündür.

Zugzwang.


masadergi 4. sayıda yayımlanmıştır

0 yorum:

Yorum Gönder

Teşekkürler!