Dea;
Bugünlerde gömleğinin ilk düğmelerini iliklemiyorsun. Göğsünde bir hançer yarası mı var? Yoksa göğüs göğse çarpışacağın bir cenk dağı mı çekiyor canın? Sol elinde bir dinamit. Akşam dondurması gibi keyifle sıkıyorsun avuçlarında. Mermi kustuğunda sözcüklerin, kanıma mı susadın? Sağ elinde bir altıpatlar. Korkutuyorsun.
Neyse, bunları bir kenara bırak. Seyahat diyordum hani geçenlerde; Olimposa gitsek, kabak koyuna ya da. Bodrum’da bir sokakta kaybolsak mesela. Yaz yetmezse, sonrasında Turunç’ta bir kayık alıp, küreklerini yakıp ısınırız ha?… Ama tabi her güzel yere gitmek için keskin virajlar çekmeliyiz. Uzun yollara tahammül gerek ve boyun ağrısının üstesinden gelmeliyiz. Ağaç altında keyifle bir sigara içmenin de bedelleri var Dea biliyorsun. Bir sevdanın olmaması söz konusu bile değil bu noktada. Bilmiyor musun?
Ben öğrendim. Öğrendim ve kanayan yerlerimi örtmeden uyuyorum geceleri. Çünkü yıldızlar daha güzel parlıyor kırmızı fonda.
Hatırla, seninle bir köprüden geçmiştik. Şehrin ortasında bir amazon nehri gibiydi etraf. Dar bir alana müthiş bir fotoğraf sanatçısı, tüm sahne dekorunu yığmış gibiydi anlayacağın.
Cebinden adımı mı düşürdün suya? Bulalım,bulalım onu! Yüzelim! Yüzelim mi biraz, Dea?
Bana dudaklardan söz açarsan eğer, öpüyorum ama konuşamıyorum derdim. Sanki arka fonda sis verilmiş bir sahne, bir dramanın orta yerinde bana sessizce hangi kabloyu keseceğimi fısıldıyorsun da, okuyamıyorum dudaklarını. YÜKSEK SESLE Dea. Kulaklarımdan biri ağır işitiyor biliyorsun.
Havada gördüğüm leyleklerin hepsini vurabilirim. Üstelik silahım da yok. Gün ortasında içmişliğim var. Bir şiire küsmüşlüğüm var. İmgelerde ‘öteki adam’ olunca, 'Ne münasebet!' diye yaygarayı basmışlığım var. Ama sen lügatına sokma bunları. Bunlar, ömrün kara büyüsü. Ellerini yıkadığın sabunun içine gizlenip, ovaladıkça kanatan iğne ucu bunlar.
Gözünün birinde seğiren kalabalığı seziyorum. Benim göğsüm seni sevmekten başkasına yabancı. Mors alfabesini öğrenip beyin kanaması geçirmiş gibiyim. Tipik bir dejavu içinde sallanıp durmaktayım sanki. Yeniden öğreniyorum göz kapağının göz yaşını içeride tuttuğunu.
Yeni sünnet olmuş bir çocuğun önünde kahkahayla göbek atan teyze gibidir hayat. Bir ameliyatı, hediye bir saat ile kutsayan.
Gel, bana yeniden zamanı hatırlat Dea. Sana geç kalmadığıma eminim. Bana geç kalmayışına da. Biz hangi arabanın kornasını kaçırdık, hangi kelebeğe çarptık da yüzündeki gülüşü çaldırdık o hengamede? Bazen göremiyorum ayrıntıları. Dea, benim de sol gözüm biraz seğiriyor galiba.
Gel, bana yeniden zamanı hatırlat Dea. Sana geç kalmadığıma eminim. Bana geç kalmayışına da. Biz hangi arabanın kornasını kaçırdık, hangi kelebeğe çarptık da yüzündeki gülüşü çaldırdık o hengamede? Bazen göremiyorum ayrıntıları. Dea, benim de sol gözüm biraz seğiriyor galiba.
Kesmiyor beni bu sözcükler. Türkçenin her köşesinden döndüm adınla. Daha çok sevesim var, söyleye söyleye soyasım var seni fakat mesela bu hususta İngilizce çayın yanında kurabiye. Almanca bu işe fazla sarışın. Lehçe öğrensem yazamam diye korkuyorum. Arapça tarif edemem belinle kalçan arasındaki o muazzam açıyı –tövbe-, İbranice öğrensem şirk mi koşarım şiirlere? İtalyanca filan bunlar hep kumsalda salsa. Fransızca ile öpsem belki dudağıma yakışır dudakların bir kez daha, ama yine sözcükler Fransız kalır özleyen yanlarıma. Paleolitik çağa dönüp mağara duvarlarına Shakespeare işlesem, Süreya yazsam dinozor bacaklarına... Evrile evrile günümüze gelseler belki, ancak yeter anlatmama.
Sözlük yazmalıyım, içimdeki yanardağ bu. Çevrilmesin yüzün, benden ötesine diye. Karşılığı olsam kafi aynadaki yüzünün. Sen, yandığım oldun fakat sönmedim hiç. Kördüğüm oldumsa da kör olmadım hiç. Göreyim, daha çok göreyim senin yüzünde senin renginle dünyayı diye; seyahatler çekiyor kanım. Sana valiz bakıyorum fakat, sığmıyor güzelliğin şu plastik kaplara. Yine seçemedim Dea. Hayattaki en mühim seçimimi seninle yapmış, miadımı doldurmuş gibiyim hani. Kararsızım, belki önemi yok diye senden başkasının öyle ya da böyle oluşuna.
Aytmatov’un kitap kapağıydı geçen gün; ''Gün olur asra bedel''. Bazen ölü şairler seni görüp yazdılar sanıyorum şiirleri, bazen yaşayan romancılar sana öykünmüş gibi. Ne garip, tüm benzetmeleri sana iğneleyecek bir yaka var gömleğinde. Ne çok yakışıyor sana gömlek giymek Dea. Hele üzerinden hafifçe döküldüğünde.
Dökülmek demişken, dökülüyoruz evrenin altımıza koyduğu kaba. Şeklini aldık mı tam, bilinmez lakin büyüyorum ve büyüyorsun, bu gerçek. Fiziksel olarak da değil bir tek. Mesela ellerimiz ayaklarımız büyüyor birbirimizi severken, korkuyorum sığmayacağız bir gün şu düttürü dünyaya diye.
Hiçbir şeyin tek sebebi yok diyor felsefe. Öfkenin altında yatan ejderhanın, boğazında kaynayan su hangi cezveden taşar? Bir kuş sapanla mı silahla mı yoksa bıçakla mı öldürülür gibi bir soru bu. Ama biz asla kuş öldürmeyelim Dea. Leylekler için de farklı planlar yapabiliriz. Mardin’e gidebilirler mesela. Bir kadeh Süryani şarabında tüm nefes darlıkları boğulabilir böylece. Şarap demişken, sen en çok bir şaraba benziyorsun Dea. İçmişim, sarhoşum da bardaklar kırılıyor beynimde.
Gülüşünü görmeyince tekmeliyorum tüm tabureleri. Üstelik yukarıda bir halat sallanıyor. İsmimi yapıştırsam, tam boynuma geçer ilmek. Sen boynumu tut ve hatta öp Dea. Üstelik silahım da yok, ölümüne suçsuzum.
Tek bildiğim;
Seviyorum.
*Kafkaokur dergi 7. sayısında yayımlanmıştır.