Dea'ya Mektup 1

Dea,

Zamanın tüm acıların üzerini her şeyi görünmez yapan bir pelerin gibi örttüğü varsayılır. Üstümde üç kat pelerin varken dahi ellerim açıkta kalıyor, gözlerim açıkta kalıyor. Perdesiz görüyorum ve en ince notasına çıplak elle dokunup atlıyorum gamın ortasına.

Dokunduğum her şeyin atomunu sayıyorum. Seninle geçirdiğimiz günleri sayıyorum. Gece su içmeye kalktıktan sonra, odasına koştuğunda bir canavar tarafından yenmediğine şükreden her çocuk gibi. Korkum hafiflesin diye sayıyorum bana aldığın tüm hediyeleri. Bana yazdığın şeyleri okuyorum. Fotoğraflarda gözlerime nasıl baktığına dikkat ediyor, mimiklerini eşleştiriyorum ürpertiyle.

Hepsi sendin.

Zihnimin bir kısmını sigarayla  bir kısmını alkolle  ve bir kısmını da şiirle boğduğum kadarıyla eminim. Sana dair şeyleri aklımdan geçirdikçe uyumaktan korkmuyorum. Aslında uyanmaktan da korkmuyorum artık. Günün güzel başlamaması için bir sebep yok çünkü sen, o pelerinin altından sıyrılan ellerimi tuttun. Ve sen o pelerinin altından sana diktiğim gözlerimi gördün. Aklımın bir kısmını peynir ekmekle,  bir kısmını nükleer bombalar, savaşlar, ihanetler ve siyasetle, bir kısmını da kedilerin karakterlerinin inceliğiyle yorduğum kadarıyla eminim.

Sen, ben odama koştuğumda arkamda kalan eşyaların kımıldamamasını, uğuldamamasını, ışıkların  yanıp yanıp sönmemesini sağlayan şeydin. Yani aklımdaki endişe butonunun kırmızı kablosunu kesen pense.

Başka şeyler de kesmişsindir elbette. Mesela beni sütten kestin. Nasıl bir benzetme olduğu hakkında pek fikrim yok ama sanırım deyim tam olarak bu. Saatini takmadan sokağa çıktığında; bir gangster çetesi tarafından, başına -üzerinde korkusuz ve birçok farklı kan grubundan kokuşmuş kalıntılar taşıyan- bıçak dayanıp kaçırılacağını ve sonsuz zaman boşluğunda yitip gideceğini düşünen bir adam gibiydim belki. Bunu düşünmekten de korkan bir adam gibi. Saatini koluna taktığında, eti, damarı, kanı eritip genetiğe bulaşan ve beş jenerasyon sonrasını lekeleyen mucize virüsü taşıyan bir adam. Bir vakit hastası. Zamanı tekliyor sürekli. Değiştirdin beni... Mucize diyorum buna, yanlış anlama. Ve bunu hep devam ettirmek isterdim. En azından bir jenerasyon daha üremeyi isterdim seninle çünkü. Senin genetiğini küçük noktalama işaretleriyle parçalayıp dağıtarak milyonlarca beyin içerisinde milyonlarca nahif karakter işleyebilirdim. Mesela seni her öptüğümde veya bana bakarken gülümsediğin her anda, kendimi kendi içimde değiştirebilirdim. Parmak hesabım yetmiyor ihtimallerin eskizine Dea.

Seninleyken ben, saatini çıkartan bir adam gibiyim. Zamanın önemi kalmadı artık. Zamandan kopup evrenin elastik kumaşına yuvarlanan ve yarattığı çukurda bir çok gezegeni ve uzay çöpünü hulahop gibi belinde çeviren ufak lan çocuğuyum ben. Bir kadın gömleğinde kravat iğnesi. Yahut bir beylik tabancasında nahif papatya işlemesi.

Benim çelişkim bana yetmiyor Dea. Benim olasılıksız ihtimal hesabım parmaklarımı kanatıyor. Gel çelişelim seninle bir mutfak masasında. Bana ‘kan’ mesela. 

Benim zamanımda akrep ve yelkovana yol soramazsın. Benim zamanımda buralar hepten karanlıktı. Sonra ağzından hidrojen çektim ve ciğerlerimde patlayarak yandı hava. Yıldız saçıyorum geceleri göğe doğru. Bir ara sana büyük ve küçük ayıyı göstereyim. Aslına bakarsan tam olarak hangisi büyüktü emin değilim. Ama ne olursa olsun her şekilde, en büyük cimbom! Ve bir de sen Dea. Senin aşkının 90 dakikası gösterimdeyken mesela, kırmızı kartlı bir video yayını gibi, öteki odaya kilitliyorum tüm dünyevi işleri. Atılan tüm gollerde kaldırıp öpüyorum seni. Kendi atmadığım golün haklı gururuyla kahkaha atıyorum. Yani sen tüm bu saçmalıklar içinde gülebildiğim her şey olarak adlandırılabilirsin.

''Seni adlandırabilmek''. Ne büyük bir önerme oldu bu. Kusura bakma çünkü bugün ben, tatilden dönüşte tüm oyuncaklarını salonun orta yerine döküp, hangisiyle oynayacağını şaşıran ve Batman’i Marge Simpson’la evlendiren bir çocuk gibiyim.


Dea, sesim titriyor seni özlerken. Pelerini ayakkabılığa astım.  Saat yerine ısırıyorum bileklerimi öyle düşün. Çıplak ayakla kuma basmak gibisin. Ve denize düşme süsü verilen gece yüzmelerinde anason kokuyor küpelerin. Kulağıma küpe olsun Dea, bensiz yaşanmanın olasılığı var olmuş ve olacak tüm saniyelerin!

Sağır olayım! Belki bir Beethoven etmez benim deham ve belki dilimi kessem ancak Van Gogh’un tek kulağına benzeyebilirim. Ama yine de insan seninle olunca, bir şeyler yapabileceğine inanıyor. Mesela benzetecek olsam; mandallarla yaptığım ilk robotsun sen. Tüm bu Transformers’lar filan hep sonradan sonradan. Etmiyor hepsi, bir mandalın yayı kadar inan.

Kendimi neler sanırdım eskiden. Şimdi bir ‘sanrı’ olup olmadığımdan şüpheliyim. Şüphe ne garip şey Dea. Senden uzağa geldikçe kalbimin atıp atmadığından şüpheliyim. Bir kalp pili takmışlar sanki bana, daha uzun ömürlü olsun diye kuvvetim. Eski bir Vosvos iskeletine asılı Ferrari modifiyesi gibi, -Hepsinden ayrı hepsinden farklı- kalbimdeki bobinden elektrik üretsek, evimiz aydınlanır belki. Ne ironi ama! İroni sana ne çok yakışıyor Dea.

Saçlarını tek omzuna doğru sarkıttığında; parktan eve inatla sürüklenmiş bir çocuğa mı, denizden, gökten ve gözden geldiğinde farklı anlamlara bürünen suya mı daha çok benziyorsun, karar veremiyorum. Karar ne demek Dea? Ömrümü saysam avucuna tamı tamına yirmi beş sene, şuracıkta, kim önce doyar kan tadına? Ben doymam. Çünkü kanındaki hemoglobinin kırmızısı deli. Ve bir şair demişmiş ya, ‘atıp kırdığın tüm bardakları yerden topluyorum’ hani.

Anasona kan damlatıp içiyorsun. Ne tuhaf. Garip bir kesik gibi ruhuma düşüyorsun. 


Sen benim olması için yaratılmış ve bir bumerang gibi ömrünün ufak bir kısmını kimi kimselerle harcayıp beni bulandın. Sonra kimi kimsesi yokmuş gibi aşkın, geldi göğsümü oydu bir bıçakla. Bıçağı hatırlıyorum, sen de tanırsın düşünsen. Üzerinde eski bir çağa ait bir efsun. Üzerinde kanı kessin diye bir oyuk. Üzerinde görünmeyen bir çok parmak izi. Nereden bulduğunu bilmiyorum o bıçağı hem de. Yani hem vakitsiz, hem tam vaktinde. Görünmeyen bir netlikle, kanına kesildim. -Anlatabiliyor muyum?-

Dea lafı çok uzatıyorum biliyorum. Çok biriktim. Çok sustum. Kelimeler üst üste biniyor beni anla. Sana bir sonraki mektubumda bir seyahatten bahsetmek istiyorum. Astralden anlasam masrafsız olurdu elbet fakat yalnızca burçlar geliyor aklıma, onları da pek bilmiyorum. Bir yol çağırıyor bizi, arkamızdan su döken olsun diye tüm mahalleyi selamlıyorum. Aslında gidip de dönmemek işime gelir ama, kediler sensiz büyüsün istemiyorum.

Sevmek tuhaf şey sahiden. Cheesecake adında muhteşem bir tatlı olması gibi peynir ve frambuazın. Denge ne mühim şey. Laf arasında hoş duruyor yakama taksam fakat düz yolda attığım adımların imlasına uyar mı bilemiyorum. Bildiğim tek şey sensin.

Zihnimin bir kısmını beni öfkeden koruyan dualarla, bir kısmını ağzında jilet çevirir gibi cesur ve aynı zamanda korkak filmlerle  ve bir kısmını da eteğinden gocunmadan  ağaçlara tırmanan kız çocuklarına yakışan tuhaf müziklerle yorduğum kadarıyla  eminim.
Seviyorum.

*kafkaokur dergi 7. sayı'da yayımlanmıştır.