Laciverdi göğün perdeleri kapalı. Bir yanımda Cafe Slavia’dan sızan müzik, öte yanda camda buğulanmış Nazım hayaleti. Hıçkırırken üzerimize yağmur, aldım buralara getirdim seni. Bak perdeleri kapalı göğün, öpüştüğümüzü görmesin diye tanrılar. Bütün gün hikayeler dinlemiştik. Gözlerimizin kurşun deliklerine büyümüştü sardunyalar. Hapşıran havada nemlenmişti keyfimiz. Sonra canımız deniz çekmişti, can deniz kenarına çekilmişti yani. Zihnimizde olur olmadık bir metafor, yıldız doğuracak bir kara delik gibi çekiyordu ruhumuzu içeri.
Sen, olgunlaşmış da düşmüştün efkarın dalından. Narım, dudakları çatlak kırmızım benim. Bin kez bölünüp, masalını bin evde bin cine üflemişsin de yine de tek kabuktasın.
Masalın kuantum mekaniği... Köprülerle denizden ayrılan toprak ve sudan yedi sefer tavaflı ışık... Hepsi el ele tutuşup parmak ucunun atomunda birleşmişse; hamdolsun!
Dalıp gidiyordu gözlerin, denize vuran ay şavkının peşinden. Böyle sessizlik anlarından ürküyordum. Gözlerin uzaklara varınca, belki dönemezsin diye korkuyordum. Gözlerin limandaki ufak gemiye takılınca peşine düştüm. Adı Mathilda. Şuan güzel bir filme atıf yapmak, şiire mısra dizmek gibi gelirdi. Mathilda’ya bakarken grileşen gözlerini izledim. Ah benim çekirdeği suyundan fazla, düşüncesi sözünden fazla, susmaya değenim. Bir adak kanı gibi adını alnıma bastırmışsa Tanrı, bir manası vardır seni zihnime böyle nakış gibi işlemişliğimin.
Sen, balkonlu günlere yağmur yıkayandın. Öte yandan damarıma olur olmadık şah çeken jilet! Sanki halılar dokuyordum sana dakika başı. Virgül atıyordum hızlandığın yolların köşe başlarına. Her bir kelimeni, hohlayıp silerek gömleğime, vitrinine diziyordum zihnimin. Dudakların cümlene özenle sözcük dizerken, her biri için Bismillah’la. Gördüm. Canını sıkmıştı o ufak geminin koca limanda tek başına sallanışı. Anneni özlemiştin belki de bilemiyorum. Anlardım ama gözlerin öte yana çevrilince, içindeki kuyuya taş attığını. Çünkü suyu sıçrardı üzerime, peşinden gidesim gelirdi taşın.
Sen, falçata taşırdın zihninde. Hangi hatıranda kesildiyse bileğin, tam oraya yerleşir kanardın. Saçlarını saçlarınla bağlaman gibiydi bir geminin fırtınaya tutkusu. Şiirlere el verirdi gözlerin ve sanki temizlerdi dudakların kuş kanatlarından petrol kokusunu. Bilirdim, gözlerinde üç batık gemi ve bir teneke benzin. Şehri yakacak gibi baktığında, oracıkta kül olmaktan korkardım.
-Bu ne kalabalık? -
Masalın kuantum mekaniği... Köprülerle denizden ayrılan toprak ve sudan yedi sefer tavaflı ışık... Hepsi el ele tutuşup parmak ucunun atomunda birleşmişse; hamdolsun!
Dalıp gidiyordu gözlerin, denize vuran ay şavkının peşinden. Böyle sessizlik anlarından ürküyordum. Gözlerin uzaklara varınca, belki dönemezsin diye korkuyordum. Gözlerin limandaki ufak gemiye takılınca peşine düştüm. Adı Mathilda. Şuan güzel bir filme atıf yapmak, şiire mısra dizmek gibi gelirdi. Mathilda’ya bakarken grileşen gözlerini izledim. Ah benim çekirdeği suyundan fazla, düşüncesi sözünden fazla, susmaya değenim. Bir adak kanı gibi adını alnıma bastırmışsa Tanrı, bir manası vardır seni zihnime böyle nakış gibi işlemişliğimin.
Sen, balkonlu günlere yağmur yıkayandın. Öte yandan damarıma olur olmadık şah çeken jilet! Sanki halılar dokuyordum sana dakika başı. Virgül atıyordum hızlandığın yolların köşe başlarına. Her bir kelimeni, hohlayıp silerek gömleğime, vitrinine diziyordum zihnimin. Dudakların cümlene özenle sözcük dizerken, her biri için Bismillah’la. Gördüm. Canını sıkmıştı o ufak geminin koca limanda tek başına sallanışı. Anneni özlemiştin belki de bilemiyorum. Anlardım ama gözlerin öte yana çevrilince, içindeki kuyuya taş attığını. Çünkü suyu sıçrardı üzerime, peşinden gidesim gelirdi taşın.
Sen, falçata taşırdın zihninde. Hangi hatıranda kesildiyse bileğin, tam oraya yerleşir kanardın. Saçlarını saçlarınla bağlaman gibiydi bir geminin fırtınaya tutkusu. Şiirlere el verirdi gözlerin ve sanki temizlerdi dudakların kuş kanatlarından petrol kokusunu. Bilirdim, gözlerinde üç batık gemi ve bir teneke benzin. Şehri yakacak gibi baktığında, oracıkta kül olmaktan korkardım.
Güneş esnemekteyken limana doluşan gemiler, akşamüstünün karnını kaşımaya başladığı vakit demir alıp giderlerdi sualsiz. Limanda – ki şanslıysa biraz- yalnızca sahipsiz kayıklar, sarhoş balıkçılar ve evsiz kedilerin mekan tuttuğu köhne gemiler uyurdu geceleri.
- ‘Neden erkenden gidiyor renkli gemiler limandan, en güzel saatler bunlar ?’ dedin.
- ‘Hatırla, bitli çocuklarla oynamak istemezdi çocukluğumuzun egosu. Bundandır sığ büyüdük kirlenmeyi öğrenene kadar ya zaten! Ne yapsınlar o büyüyen çocuklar şimdi, şehrin tozunu soluyan, soluk gemilerin koynunda ?’ dedim.
- ‘Utanmalı’ dedin, dönüp keskin kıvrımından belinin. ‘Utanmalı; sarıyı görünce yeşillenen maviden ve gülle bülbül arasına diken olan dilden. Utanmalı; kırmızıyı görünce moraran maviden ve sazla sözün arasına sus olan dilden.’
Sevmemiştin söylediklerimi. Çünkü bitli çocukları üzmüştüm. Hatta biri beni dinlerken düşüp dizini kanatmıştı, bunu görmüştün. Bana kızdığın zamanları sevmiyordum. Düşüp dizimi kanatmak geçmişti içimden o an. Fakat nefes aldım, geçti sonra.
Sevmemiştin söylediklerimi. Çünkü bitli çocukları üzmüştüm. Hatta biri beni dinlerken düşüp dizini kanatmıştı, bunu görmüştün. Bana kızdığın zamanları sevmiyordum. Düşüp dizimi kanatmak geçmişti içimden o an. Fakat nefes aldım, geçti sonra.
- ‘Belki’ dedin. ‘Belki bizim bu öfkemizi meydanda taşlarlar belki ona kalmaz, zihnimizde kin haşlarlar, yakındır. Çünkü zaman kana bulanmış et mekaniği. Kalp pragmatist şimdilerde ve sadakat oldukça yakın oportünizme...' dedin. Duraksadın biraz.
- 'Hem çocuklar ayrımı bilmezlerdi hani? Bana hiç öğretmediler, sana öğretmediler. Peki diğerlerine kim öğretti, ayakları toplumun ideal ayakkabısına yalnızca bir numara küçük gelebilmiş güzelin çirkin sayılabildiğini?’
- 'Hem çocuklar ayrımı bilmezlerdi hani? Bana hiç öğretmediler, sana öğretmediler. Peki diğerlerine kim öğretti, ayakları toplumun ideal ayakkabısına yalnızca bir numara küçük gelebilmiş güzelin çirkin sayılabildiğini?’
Gözlerin keskin ve kıpırtısız. Duyar gibiydin sanki herkesin habersiz kaldığı bir şeyi. Ağzınla ağlar gibiydin, dudakların ıslak. Bildim ki yaşamak sevdasıymış kırık sandalyende burktuğun bilek.
- ‘Ne güzel söyledin be! İnsan seni dinleyince, hevesine limonata söylenmiş gibi oluyor. Sonbaharın ilk günü, yeni ceketle sokağa çıkmanın keyfi gibisin. Öyle güzel ki kalbin, tüm sokak kedileri ısınır, tüm çocuklar annelerini özler, tüm açlar doyar sen konuşunca’ dedim.
Ne güzeldin sahi. Bir yüzü piknikli öteki yüzü yağmurlu günlere çeken madalyon gibi. Prangalı bir ruhun intihar tutkusuna benzeyen; yerle gök arasında bir yerde çakılı. Sanki Nietzsche’yle birlikte hiç, ilmeğinden sökülür gibi; Derrida!
Sorguladıkça soğumaya yüz tuttuysa da zihnindeki yanardağ, ölmemişti. Soluyordu usul usul hala. Bundandı belki, dibi tutmuş gençliğinin bel kemiğinde sızıydı sevmelerin. Yüzün denize karışmıştı o sıra. Ağzının kıvrıldığı yerden tuttum kaldırdım kendimi. Abidin görse hırsından ağlardı. Mutluluk, öncemden ve sonramdan tiz bir neşterle ayrılmaktaydı. Musa’nın ayırdığı denizle bir. İsa’nın yürüdüğü denizle aynı. Ve sen; iki yakamı birbirine dikercesine İstanbul gibi…
Gün iyice dizlerini karnına çekip, uykuya yeltenmekteydi. Gök, yüzünü dökmüştü suyun yüzüne. Biz, elleri ceplerinde kendine tutunan iki genç-yetişkin, kaldırımın hiç olmadık yerinde durup denizle telepatik konuşmalar yapmaktaydık. Şimdi kalk gidelim desen, konuşsak sabaha kadar. İçimdeki sesi hoparlöre versem, bir güzel kahve içsek, hatırı kırk yılımızı demlese… Aklımdan bunlar geçerken ağzın usulca kıpırdadı.
– ‘Ben gidiyorum. Yoruldum, sonra görüşürüz’.
Bu değildi hayır hayır! İçimdeki ses kulaktan kulağa oynayan balıkların yarım ağzıyla geçmişti zihnine.. Göğsümdeki astım, kapıyı tıklattı ve girdi içeri. İnsan çok sevince eve gitmelerden bile korkuyor. Kalbimde bir kedi, koltukları tırmaladı. Sancılı bir ağaçkakan didikledi ciğerimdeki asırlık ağaçları. Şimdi, kanı ayan beyan ortadaydı ömrün, çözünmekteyken gözlerimde suyun tuzu. Şehirden kesildi bilek. Bu, gidişinin ardında kanayan beyanıydı ömrümün.
- ‘Gitme, yapamam sensiz !’ dedim.
- ‘Abartma !’ dedin gülümseyerek.
Sahi abartmıştım biraz. Olması gereken yerlerde bencilleşen aklım hiç olmadık bir anda ses tellerimi kendi heyecanına alet etmişti. Kan, yanaklarıma gülen surat çizmeye çalışır gibi hücum etti suratıma. Elimle yokladım gözlerimi, ağzımı, burnumu. İşte burada, tam yerindeydiler. Şeffaflaşarak kaybolsaydım o an daha uygun olabilirdi. Zamanın geri gelmediği bilgisi kalıcı hafızamdan ön camıma yansıyınca, sakin olmaktan başka çarem kalmamıştı. Önemli bir şey söyleyecek gibi temizledim boğazımı.
- ‘Haklısın, ben biraz şey oldum da… Yarın görüşür müyüz yine?’ dedim.
- ‘Olur’ dedin bir şeyler belli etmekte cimrileşen gülümsemeni sürdürerek.
Yüzüme birkaç santim mesafe yakınlıkta, el sallayarak usulca akıp gittin caddeden. Aynı memleketin insanıydık. Tanımasam dahi anlardım bu hareketinden. Gülümsedim. Sahi, ben biraz şey oldum ne demekti? Ben aslında çok şey olmuştum, bu doğru. İnsan sevince, olduğundan fazlasına dönüşürdü çünkü. İç içe yerleştirilmiş aynalardan yüzüne bakar gibi sevdiğinin, birbiri içinde kırılırdı ışık, birbiri içinden geçerdi görüntü ve çoğalırdı sonsuz kez. ‘Seviyorum!’ demeliydim. Ama insan sevince, diyemediği olabilirdi. Senin bunu anlamayışını, kendi söyleyemediklerimi affederek bağışladım.
Yolu adımlarken fark ettim ki Mathilda tek lambasıyla bana göz kırpmaktaydı. Onun selamı paçamdan çekiştirir gibi yolumdan etmişti beni. O ufak gemi, gündüzün ışıltısından vazgeçip yalnızca geceleri var olan, denizsiz balkonlarında tek başına rakı içen amcalar gibi –Canına değsin, onun denizi vardı. – bir şiire benzeyerek oracıkta durmaktaydı. Selam olsun dedim içimden Mathilda’nın belkemiğinde gezindiğini varsaydığım adama. Olmayan şapkamla reverans yaparak yürüme işime geri döndüm.
Senin gittiğin yöne doğru yürümek geçtiğin sokakları kutsuyordu. Nietzsche diyordu ya, içine koyacak bir şeyi varsa insanın, günün bin cebi peydah olur diye. İşte bugün biz seninle, günün ceketinin yan ceplerine ellerimizi saklayıp, göğüs cebinde Samsun gibi gezip durmuştuk. İç cebiyse sohbet doluydu, anne eliyle yolluk niyetine seçilip özenle ayıklanmış çerez misali. Ne büyük keyif! Tıka basa doymuştuk bugün de çok şükür. Gülümsedim. Tanrı tüm açların ruhunu da doyursun diye geçirdim içimden. Günün ceketine sarındım, hava serindi. Hava senindi, tenine değip geçmişti dakikalar önce. Saygıyla soludum.
Senin gittiğin yöne doğru yürümek geçtiğin sokakları kutsuyordu. Nietzsche diyordu ya, içine koyacak bir şeyi varsa insanın, günün bin cebi peydah olur diye. İşte bugün biz seninle, günün ceketinin yan ceplerine ellerimizi saklayıp, göğüs cebinde Samsun gibi gezip durmuştuk. İç cebiyse sohbet doluydu, anne eliyle yolluk niyetine seçilip özenle ayıklanmış çerez misali. Ne büyük keyif! Tıka basa doymuştuk bugün de çok şükür. Gülümsedim. Tanrı tüm açların ruhunu da doyursun diye geçirdim içimden. Günün ceketine sarındım, hava serindi. Hava senindi, tenine değip geçmişti dakikalar önce. Saygıyla soludum.
Yürüdüm.
*kafkaokur dergi 8.sayı'da yayımlanmıştır.